DNA ve Genler
Hücrelerimizde çok sayıda DNA taşırız. Genetik bilgi bir dil gibidir. Alfabemizdeki harfleri bir araya getirerek kelimeleri, sonra da kelimeleri birleştirerek cümleleri, sonra paragrafları ve kitapları yazarız. DNA’da:
- Alfabe sadece 4 harften ibarettir.
- Her harf baz veya nükleotid denilen kimyasal bir molekülü temsil eder.
- Kodon adı verilen genetik kelimeler bu harflerden oluşmuştur.
- Genetik dilde bütün kelimeler (kodonlar) sadece 3 harften oluşmuştur.
- Bu kelimeler bir araya gelerek genler adını verdiğimiz cümleleri oluştururlar.
- Bütün cümleler bir araya gelerek genetik bilginin tamamını içeren bir kitabı yani genomu meydana getirirler.
(DNA (Deoksiribonükleik asit); karbon, hidrojen, oksijen, azot, fosfat atomlarından oluşan ve hücrenin bütün hayati fonksiyonlarında rol alan dev bir moleküldür. DNA’yı oluşturan nükleotidler üç bölümden meydana gelmişlerdir. İnsan hücrelerinde bulunan DNA yaklaşık 3 milyar baz çiftinden oluşmuştur ve yaklaşık 1 metre uzunluğundadır.)
Hurda DNA Nedir?
Genler; “İnsanın tüm özelliklerini belirleyen bilgileri kodlayan zincirler” olarak tanımlanırlar. Genlerimiz DNA’nın %10 luk bir kısmını oluşturur ve proteinleri kodlayarak fiziksel ve fonksiyonel özelliklerimizi belirler. Geriye kalan %90 lık DNA kısmına ise “kodlamayan DNA” denir. Kodlamayan DNA kendi içinde üç gruba ayrılmıştır.
- Genler arasında sıkışmış durumda bulunan intronlar,
- Aynı nükleotid dizisinin art arda sıralanmasıyla oluşmuş daha uzun zincirler meydana getiren tekrarlı (repetitive) DNA’lar,
- Genlerdeki kompleks dizilimi andıracak şekilde sıralanmış sahte genler(pseudogene).
2000 yılı başlarına kadar %90’lık bu DNA grubuna; Junk DNA yani (çerçöp – hiçbir işe yaramayan anlamında) hurda DNA denmiştir. Evrimcilerin tanımlamalarına göre evrimsel süreçten arta kalan gereksiz yığınlar olduğu iddia edilmiştir. 2001 yılından itibaren DNA’nın hurda denilen kısmına ait yapılan ilginç çalışmalar, “var olan hiçbir şeyin anlamsız olmayacağı” gerçeğini bir kez daha hatırlatmıştır insanoğluna. İhtiyatlı davranıp “şimdilik neye yaradığını çözemedik” demek daha akıllıca ve bilimseldir. Son on yıllık süreçte epigenetik çalışmalar ile kodlamayan ve fiziksel bir fonksiyonu yok diye kenara atılan hurda DNA‘ların bizim şimdiye kadar bilmediğimiz farklı komutlar ve kodlar taşıdığı ortaya çıktı.
Hurda DNA’lar Asıl Genlerin Kodlayıcıları Mı?
İşe yaramaz dediğimiz çöp DNA’lar, kodlayan DNA’ları (yani genleri) kodluyormuş meğer! Yani hiyerarşik bir yönetim kadrosu gibi kademeli ve gizli bir komut sistemi var imiş DNA‘larımızda…
- Hangi proteinin nerede, nasıl ve ne kadar, ne zaman kodlanacağını; ne zaman durdurulup ne zaman başlatılacağını;
- Hangi genin hangi genle ya da hangi proteinin hangi proteinle birleştirileceğini; nereden nereye götürüleceğini;
- Hangi hücre ve dokunun hangi organda ne kadar ve ne zaman yapılacağını;
- Büyüme ve gelişmenin nerede nasıl düzenleneceğini;
- Kök hücrelerin nerede hangi hücre, doku ve organlara dönüşeceğini;
- Hangi genin hangi koşullarda susturulup çalıştırılmayacağını ya da daha önce sessiz kalıp fonksiyon göstermeyen hangi genin hangi koşullarda yeniden çalışmaya başlatılacağını;
- Bir gen okunurken hangi bölümün okunup hangi bölümün okunmayacağını, ne zaman, nereden nereye atlanacağını;
- Hücrelerin hangi koşullarda çoğaltılacağını ya da öldürüleceğini;
- Ne zaman kanser geliştirileceğini, hücre çoğalma ve bölünmesini, kromozomların yapısını, belirleyen bir nevi şalter konumunda bekliyor hurda DNA’lar… O şalterleri neyin komutladığı ise bir üst programda yazılı ve asıl gizem bu üst programda saklı.
Kader yönetilebilir mi?
Canlının biyolojik yaşamının neredeyse tümünün, hangi koşullarda ve zaman düzenleneceğini baştan sona belirleyen, sabit genlere dinamizm verip programlayan, velhasıl zamanı devreye sokan bu komutları okuyunca sizlerin aklına ne geliyor bilemem ama benim aklıma tek bir kavram geldi: Kader ve kaderin yönetimi…
Aslında kader kelimesi; belirlenmiş yörünge anlamına gelen bir kökten üremiştir ve göklerle ilgili bir manadan doğmuştur. Yani sistemli ve ölçülü bir dönüşü tekrarlamak anlamındadır. İnaçlarımıza göre, yörünge ilahi bir kudret tarafından çizilmiştir ve insanın kudreti o yörüngenin dışına çıkmaya muktedir değildir. Kader inancı toplumlarda yaşamsal ve bilimsel bir ataleti doğurmuştur yüzyıllarca. Oysa biraz düşününce aklımız bize sorgulatır:
“Kader yazılmış mıdır, ben birey olarak kaderimi nereye kadar belirlerim? Kader varsa ve bunu Allah çizdiyse, ben niye yaptıklarımdan sorumlu olup cennet ve cehennemle ödüllendirileceğim?”
Bilimsel insan, aklıyla sorgulamanın ve ölçmenin önüne geçemez, doğasına aykırıdır. Kadercilik ile bilimsellik arasındaki bu çelişki, bireyde ve toplumda çeşitli bunalımlar doğurmuştur çoğunlukla. Son yüzyılda yakalanan kuantum bilinciyle bu çelişki azalmış görünse de kadercilik inancı aslında değişmemiştir hala.
Kaderimiz yazılı mı, yazılı ise kim niye yazdı noktasında; çöplük sanılan hurda DNA ile ilgili çalışmalara mercek koyup incelememiz gerekli; kadere farklı bakışla yeniden bakabilmek için…
DNA Yazılım Programı
Hurda DNA ilgili en ilginç çalışmalardan birisi Prof. Chang’a ait.
Hurda DNA‘ların üzerinde çalışmak isteyen Chang, Wall Street türev güvenlikleri uzmanı genç bir teorik fizikçi olan Dr. Lipshutz’den yardım istedi.
Lipshutz insan Genom Projesinin çok büyük veri tabanını birleştirerek, kodlanmamış dizilerin Kolmogorov entropisini hesapladı ve bunu düzenli, aktif genlerin entropisi ile karşılaştırdı ve kodlanmış DNA’lar ile kodlanmamış DNA’ların etropisinin (düzensizliğin ölçüsü) şaşırtıcı şekilde aynı olduğunu gördü.
Her iki grupta da gürültü ve ses vardı ve bu seslerin içerdiği bilgileri çözmek için belki eski lisanları bilmeye ihtiyaç vardı. Mısır, İbrani, Sümer lisanları açısından elde ettiği bilgilerin çözümlenmesi mümkün olabilirdi ancak bu alandaki hiçbir uzman kendisine yardımcı olamadı.
Sonunda Chang bulduğu mesajları çözmek için kriptologlara başvurdu. Ermeni Cumhuriyetinden bir kriptolog Dr. Adnan Mussaelian sabırla çalışmaya devam etti. Sürekli olarak kodlanmamış dizilerin tek kısa bir DNA çizgisinden önce geldiğini fark eden Dr. Adnan, biyologların ALU (artithmetic logic unit) diye adlandırdığı en genel genin peşine düştü. Bilgisayar programcılığı eğitimi alan Dr. Adnan bu gene bilgisayar kodu muamelesi yaptı. 0-1 kodları yerine 0-1-2-3 (genetik kodun dört bazı) kodlarını kullandı.
Eylemsizliğe neden olan koddaki en genel sembolü, uyuyan bir kod yığını takip ediyordu. Dr. Adnan, bir kaynak kod yakaladı ve deşifre etmek için sembollerle kullanılan bir program kullandı. Bulduğu semboller arasında en yaygın olan (/) sembolü, yani yorum sembolüydü. İki taksim işareti arasındaki kodun asla uygulanmadığını gördü. Yani aslında taksim işaretleri arasındaki şey kod değil, kodun yorumu idi ve bir komutla önündeki kodu uyandırmaya hazır bekliyordu.
Bu olağanüstü bir keşifti, Adnan din eğilimliydi ve bunun tanrının işi olduğunu düşündü. Ama kodları iyice analiz ettikten sonra kullanılan bazı komutların dikkatsizce programlanmış olduğunu gördü. Sanki bu kodu dikkatsiz bir Microsoft programcısı hazırlamıştı ve bu dikkatsiz programcı, Adnan’ın mükemmel Allah’ı olamazdı.
Bu hatalı programlamayı test etmek için bilinen bir kanser geni ile yaptığı kontrolde, geni kodlayan hurda DNA’nın diziliminde olması gereken (/) sembolün olmadığını görünce, kanserin komut zincirindeki eksiklik yüzünden bir programlama hatası olduğuna emin oldu.
DNA yazılım programında neden hata var?
Biraz bilgisayar programlama bilgisi gerektiren bu bilgilerin bizim dilimize tercümesi, “hurda DNA’nın, genleri kodlayarak yönlendirdiği, fakat bu kodlamalar arasında bu olağanüstü düzeni bozan komut hataları ve eksik semboller olduğu” dur.
Chang ve Dr. Adnan’ın yaptıkları açıklama en sade biçimiyle şöyledir:
“DNA’mızda gördüğümüz şey iki ayrı versiyondan oluşan bir programdır; Büyük Kod ve Temel Kod… Programımızı yazan her kimse “Büyük kodu” yazdı, uyguladı, bazı fonksiyonlarını beğenmedi, değiştirdi veya yenilerini ekledi, tekrar uyguladı. Büyük kodun tüm hatalarını silerek temel programı temizlemek yerine, bunları yorumlara dönüştürdü. Fakat o yorumlarda birkaç /* sembolünü unuttu; bu nedenle insanlarda kanser dediğimiz hücre kitlelerinin sıradışı büyümesi ve diğer hatalı fizyolojiler doğdu.
Tüm hatalı (/) sembollerini çıkaracak ve temel kodu büyük kod ile tam bir program olarak çalıştıracak kapasitede olabilsek mükemmel insanı yaratabiliriz. Eğer canlı bir insanın kromozomlarına genler sokabilseydik, yenilikçi keşfimiz gelecekteki tüm kanser vakalarını anında tedavi etmek anlamına gelirdi. Teorik olarak, bunu laboratuarda yapabiliriz, ancak yaşayan bir özneye onarılmış DNA aşılamak ileride gerçekleşecektir.”
DNA’mızda dünya dışı yazılım mı var?
Chang’in daha sonraki söyledikleri çok ilginç bir düşünceyi anlatıyor:
Bu program kesinlikle dünyada yazılmadı ve genler tek başına tekamülü açıklamak için yeterli değildir. Hurda DNA, temel kodumuzun gizli ve uyuyan güncellemesinden başka bir şey değildir.
Bir süredir bazı kozmik ışınların DNA’yı modifiye etme gücüne sahip olduğunu biliyoruz. Programcı tüm /*.*/ sembollerini uzaklaştırmak, kendisini büyük kod (hurda DNA) ile kaynaştırmak ve tüm DNA’mızı çalıştırmak için temel koda talimat veren bir enerjiyi evrenin herhangi bir yerinden bize doğru kullanabilir. Bu bizi ebediyen olumlu ya da olumsuz yöne doğru değiştirebilir. İçimizdeki yazılım ya kısa ve hastalıklı bir ömür veya uzun ve sağlıklı bir yaşama sahip süper zeki bir varlığın potansiyelini taşıyor. Temel Koddikkatsiz programcılar tarafından mı yapıldı,ya da Büyük Kod istendiğinde uzaktan kontrol vasıtası ile iptal edilebilir mi?
Hurda DNA neden asıl genlerin dokuz katı?
Kodlanmamış DNA, yani hurda DNA’nın genleri kodlayan ve komutlayan bir dizin olduğunu anlayıp bir de asıl genlerin tam dokuz katı olduğunu düşündüğümüzde hayal gücümüz inanılmaz noktalara varabilir.
Yüzde 90’lık bu protein grubunun bizim üzerimizde olumlu ya da olumsuz yönde değiştirebileceklerinin sınırını tahmin etmek zor. Sabit genlerin kendisinden dokuz kat fazla olan DNA’lar tarafından yönetiliyor olması; genlerin değişken komutlarla yeni versiyonlarının yaratılabileceğinin bir kanıtıdır. Bu yeni versiyonların yazılımında insan iradesinin ya da diğer faktörlerin etkisi ne kadardır?
Kısacası; “kader var mı, varsa hangi ölçüde var, ben kaderimi yönlendirebilir miyim, ya da kaderimi neler yönlendirebilir?”
Hurda DNA’yı yönlendiren ve harekete geçiren asıl komuta merkezinin ne ya da neler olabileceğini sorarsak cevaplar ne olabilir?
Prof. Chang “Dünya üzerindeki her yaşam, dünya dışı kuzenlerin genetik kodunu taşıyor olabilir. Ve tekamül, düşündüğümüz şey olmayabilir” diyor.
İnsan DNA’sı değiştirilebilir mi?
DNA’da, gen fonksiyonu ve gen statüsünün (kusurun ne olduğu) gerçek kayıtlarının, gen ile ilişkili olan anıların, duyguların, bedenin ve gelecek bedenin kayıtları, o gen tarafından belirlenen bedenin parçalarının şimdiki işlevlerini etkiler. Yani, bu modeller şimdiki bedenin nasıl davranacağını etki eder. Biz sadece bizim başımıza gelenlerin anılarını saklamayız, ayrıca bu anılar ile ilişkili olan duyguları da saklarız. Örneğin, miyobu olan bir gencin sorunu büyükannesinin etrafındaki üzüntüleri görmek istemeyişi ile ilgili olabilir. Büyük annenin taşıdığı duygular bedeni ile o gende bir kusur veya zayıflık bırakmış ve torununa aktarılmış olabilir.
DNA iplikçiklerinin etrafında “morfogenetik alan” olarak adlandırılan garip bir bilgi alanı vardır. DNA hücresinin içinde ve DNA’nın bu yapısı içinde, en azından yedi nesil geriye giden genetik hafıza bulunur. Genetik inançlarımızı bu morfogenetik alan içinde buluruz. Böylece, üç kuşak önceki büyük annemiz veya babamız ile aynı inanca ve özelliklere sahip olmamız çok şaşırtıcı değildir.
DNA’yı kodlayan nedir?
Kodlanmamış DNA’yı neyin yönettiği sorusuna bilimle cevap vermeye çalıştığımızda birçok konu başlığına bakmamız gerekir.
İnsan vücudundaki hurda DNA’ya ait proteinlerle yapılan bir çalışmada, insan bedenindeki hücrelerde, bilim dünyasının şimdiye dek ancak birkaç yüz tanesini bildiği 3600 kontrol proteini tespit edildi ve bunlar ‘moleküler şalter’ olarak isimlendirildi. Protein aktivitelerini kontrol eden bu şalterler, yaşlanma, hastalık başlangıcı ve tedavisinde adeta ‘on’-‘off’ düğmesi gibi görev yapıyor. Zamanında ve düzgün çalışmadıklarında hastalıklara yol açıyor. Bu çalışma; Danimarka Kopenhag Üniversitesi Novo Nordisk Protein Araştırmaları Merkezi ve Almanya Max Planck Biyokimya Enstitüsü’den bir grup araştırmacıya ait.
Bilim dünyasında büyük yankı uyandıran bu çalışma için ‘tedavi kavramına yeni bir bakış açısı getirdi’ deniyor. Araştırmacıların çok ileri ve hassas bir teknoloji kullanarak ortaya çıkardığı ve haritaladığı moleküler şalterler, genetik kodun okunabilmesinde ve bu koddan alınan bilgilerin oluşturduğu proteinleri modifiye ederek kullanışlı hale getirilmelerinde bir tür aç-kapa düğmesi ya da ‘şu bölümü oku’ işareti veren kitap ayracı görevi görüyor.
Çalışma komisyonunun başkanı olan Prof. Mann; “Proteinler, hücre büyümesi, bölünmesi ve ölümü gibi tüm önemli faaliyetleri gerçekleştiren birimlerdir. Moleküler şalterlerle aktivitelerini kontrol edebiliriz. Örneğin Cdc28 fonksiyonunu (insanda patojen olan maya mantarında bulunan önemli bir büyüme proteini) ilgili şalteri kaldırarak engellemeyi başardık” diyor.
Söz konusu şalterlerin çok çeşitli yollarla iş gördüklerini belirten Prof. Mann şöyle devam ediyor: “Mesela, bu şalterler proteinlerin enzim aktivitelerini düşürüp arttırabilirler, hücredeki lokasyonlarını değiştirebilirler ya da diğer proteinlerle olan ilişkilerine etki edebilirler.
Protein faaliyetlerini arttırıp azaltabilme yetkisine sahip oldukları için proteini aktif hale getirebilirler ya da durdurabilirler. Eğer doğru zamanda, doğru yerden, gerekli esneklikte açamazsa genetik kod okunamaz ve protein yapmak için doğru bir kalıp çıkartılamaz. Bu da kronik hastalıkların başlangıcı demektir.
Tümör oluşumuna sebep olan ‘şalter’ indirildiğinde, hücreleri bölüp çoğaltan proteinler de çalışmalarını durduracaktır. Protein aktivitelerinin kusurlu bir şekilde düzenlenmesi yaşlılık ve hastalıkların gelişmesinde en önemli etkendir. Şalterler aracılığıyla kusurlu protein aktivitelerini düzenleyebiliriz.
Hasarlanmış protein düzenleyicilerini kontrol etmek demek kanserin tedavisini bulmak demektir. Biz şimdilik bir buçuk yıl süren çalışmamızda şalterlerin yerlerini belirledik. Bundan sonra bu şalterlerin görevlerini belirlemeye yönelik yapılacak çalışmalar çok önemli” diye sözlerini tamamlıyor.
İnsan beyninin kendini yeniden kurma yeteneği ve DNA aktivasyonu bizlere hayata ve değişen koşullara uyum şansını vermektedir.
Geçmiş yaşam anılarını (genetik hafızanın ötesinde), kolektif bilinçliliği kapsayan farklı bir hafıza vardır. Bu geçmiş seviyesi olarak adlandırılır. Çoğu insanın ırksal önyargısı bu seviyeden kaynaklanır. Çoğu insanın para kazanma ve parayı kabul etme yeteneğini bloke eden en önemli faktör, bu seviyede bulunan “yoksulluk yemini”dir. Bu durum geçmiş seviyesi ile ilişkisi olan “ruh parçalarının” enerjisidir.
Ruh parçaları, sizin veya “ailenizin” başka bir yerde veya zamanda kalmış olan kendinizin parçalarıdır. Geçmiş seviyesinde çalışırken, ruh parçalarının yeniden kazanılması gerekir. Ruh parçaları şimdiki yaşamınızda birçok durumlarda arkada kalmış olabilir.
İnançlar ve programlar ruha kadar inebilir. Ruhsal seviyede bulunan bazı inançlar nefret ve kendine acımaktır. “içim ağlıyor ben değil” programına sahip olduğunuzu keşfettiğiniz zaman bunun ruhsal seviyede olduğunu anlamanız gerek. Ruhun sürekli olarak öğrendiği ve kendi var oluşunda yaşaması beklenen asıl amacına yönlendirildiği asıl gerçektir. Kendi asıl var oluş sebebimizi bulmak gerçek ruhumuza kavuşmamızı sağlar.
DNA aktivasyonu nedir?
DNA aktivasyonu aynı zamanda manyetik alan dengelemesini de içerir. Geliştirilen tekniklerin bir arada kullanılması ve süper genlerin ortaya çıkarılması ile değişen koşullara kolaylıkla uyum sağlamak mümkündür. DNA aktivasyonu uyum yeteneğimize kuantum düzeyde etki ettiğinden sonuçları son derece hızlı ve kalıcı olmaktadır. Aktivasyonunun gündelik yaşamdaki tezahürü, zihninde, yaşamdan ne istediğinin resmini oluşturabilmek; sonra da bunu evrene gönderebilmektir. DNA aktivasyonu sayesinde, DNA iplikçiklerimiz değişerek yol alır ve daha yüksek bir benliğe ulaşırız. Düşündüklerimizin gerçekleştiğini görebiliriz.
Beynin çeşitli duygu durumlarında farklı dalga boylarında titreştiğini biliyoruz. Beynin Teta boyutu şifalanma ve değişim boyutudur ve teta bandında kalmayı başaran pek çok kişinin şifayı kendi kendine başarabildiği artık bilimsel olarak da ispat edilmiştir. Son yıllardaki pek çok örnek bilim tarafından incelenmiş ve kanıtlarıyla sunulmuştur.
Sonuç olarak pozitif duygular ve sevgi içinde olmayı başarabilen insan kendi DNA’sını değiştirebiliyor. Bunu yapabilmesinin sebebi tüm her şeyi kapsayan bir enerji ağının mevcut olmasıdır. Bizler kendi titreşimlerimizi etkileyebildiğimiz gibi bu yaratılış ağını da etkileyebiliyoruz. Karşılıklı bu titreşimlerin itme ya da çekme derecelerini henüz sayısal olarak isimlendirip ölçemiyorsak da, gelecek zamanlarda bilimin titreşim ve kuantum alanındaki çalışmaları arttıkça sorular cevaplarını bulacaktır.
Aslında, her birimiz Yaratan’ın bir parçayız… Hepimiz tekiz. Var olan her şey bu tekliğin bir parçası ve O’nun içindedir. Bu kimliğin duyguları, arzuları, niyetleri ve iradesi vardır. En önemlisi, bu kimliğin düşünceyi tezahür ettirme gücü vardır. Çünkü her birimiz, Tanrı, Allah, Yaratan, İlahi Güç gibi isimlerle andığımız bu kimliğin birer parçası, aynadaki birer yüzüyüz. İlahi Güç tezahür ettikçe, onun küçücük parçaları olarak bizlerin de tezahür kabiliyeti vardır.
Kendi Öz İnanç Sistemimiz’in içeriğini konumuza uygun tanımlamaya çalışılırsak karşılığı; Hurda DNA’nın kimyasının açılımıdır. Öz inanç ile Hurda DNA bir formüldeki eşitlikteki gibi karşı karşıyadır ve Öz inanç üzerinde yapacağımız çalışma ve talepler, hurda DNA üzerinde kendi belirlediğimiz komutlar ile moleküler şalterleri çalıştırabilir ve iyileşme yaratabilir. Eşitliğin bir tarafındaki değişim diğer tarafı da değiştirir. Bu iyileşme ya da değişmenin ne kadar olacağı ise bizim gücümüze olduğu kadar diğer etkileyen faktörlere de bağlıdır. Çünkü eşitliğin bir tarafında öz inanç ile birlikte başka etkenler de yer almaktadır.
Şifa yaratmak için kullanılan aracılar nelerdir?
Kendi kendimizi değiştirme ve şifalanma kimi zaman bir aracı ile gerçekleşebilir. Klasik Tıbbın kabul edip uyguladığı tedavi yöntemleri arasında Hipnoz ve Akapunktur da bulunmaktadır.
Akapunktur, vücuttan geçtiği düşünülen enerji meridyenleri üzerinde pozitif etki yaratarak organlara ulaşır ve iyileşme sağlar. Vücuttaki tüm fonksiyonları yaratan organların ve diğer birimlerin bu enerji meridyenlerine bağlı olarak çalıştığı düşüncesi esastır akapunkturda.
Akapunktur düşünsel değil de fiziksel bir olayla tedavi ettiği için (gümüş iğneler ile verilen uyarı) kısmi olarak konumuzun dışında kalsa da Hipnoz düşünsel ve ruhsal planda yardım ettiği için, bizim düşünce yoluyla tedavi alanımızın içindedir. Hipnozla yapılan uygulama da bizim inanç sistemimiz üzerinde değişiklik yaratmak amaçlıdır. Bilinçaltı, geçmiş ve ruhsal seviyede yapılacak pozitif yüklemeler DNA seviyelerimize de ulaşabildiği için muhtemelen tedaviyi başarabilmektedir.
Kendi kendimizi direkt ya da aracı yoluyla şifalandırma ve DNA boyutunda değişimi sağlama amaçlı çalışmaların örnekleri isim olarak çok fazladır. NLP, kuantum dokunuş, teta şifa, yeniden bağlanma, sonsuz şifa, reiki, yoga vb gibi sayısız isim alsa da temelde kökleri aynı noktaya bağlanmaktadır. Bu noktaya kadar yaptıklarımız, kendi gücümüzün varabileceği sınırların içindedir.
DNA’yı etkileyen dış faktörler neler?
Bilimsel bakışla Hurda DNA’yı kodlayan faktörler üzerinde yol almaya devam ederken çevresel etkenlere geldiğimizde sayısız etkileyen ile karşılaşırız.
- Yakın çevre (aile- eş- çocuk-iş)
- Dünyasal çevre ( iklim olayları- tabiat- atmosfer)
- Teknik çevre ( insanın yarattığı teknolojinin dünya üzerindeki etkileri, elektrik ve manyetik alanlar, kimyasal etkiler)
- Güneş sistemimiz ( ayın ve bütün gezegenlerin çekim ve manyetik alanları)
- Kendi sistemimiz dışından(dünya dışı) bilmediğimiz gezegen ve galaksilerin etkileri ve kozmik olaylar.
Bu son maddenin ardından Prof. Chang’e ve onun iddialarına tekrar dönebiliriz. Dışarıda bilmediğimiz bir evren ve kuvvetler var, elimizle tutamasak da henüz ölçemesek de var olduğunu ne din, ne bilim inkar edemiyor. Chang, Dünya dışı yaşam iddiasını ortaya atan ilk kişi değil elbette ama programlama dili ile anlatılan ilk iddia olduğundan ve DNA’lar boyutunda bir fotoğraf ile karşımıza çıktığı için mikro boyutta tanımlanan bir savdır. Makro boyutta dünya dışı iddiaları uzun yıllardır biliyorduk zaten.
Bilimsel keşiflerin görünür anlamları olduğu kadar saklı anlamları vardır ve bütün keşifler asıl yolunu ve yorumunu keşfedildiği anda değil çok sonra alır ve sonradan kabul edilmek zorunda kalınan sıra dışı iddialar dünyanın tarihinde inanılmaz sayıda çoktur. Dünya dışı iddiası sadece yaşadığımız bu yılların ya da Chang’in değil, binlerce yıl öncesinin, yüzlerce bilim adamının ve dünya dışı varlıklarla teması olduğunu söyleyen binlerce insanın iddiasıdır.
Yıldız Çocuklar dünya dışından mı?
Dünya dışından insana benzeyen varlıkların insanın tekamülü için genetik materyal sağladığı ve kendilerinden bazılarının dünyadaki ailelerde “yıldız tohumları” olarak enkarne oldukları da bu sıra dışı iddialardandır.
Bu yıldız çocukların ruhları, insan dünyasında biçimsel olarak enkarne olduktan sonra insanın spiritüel ve tekamülsel gelişimini desteklemek amacındadır.
Yıldız çocuklar, tekamül, genetik evrim kavramları ile karşılaştığımızda, ilk kez 1970’lerde dillenmeye başlanan sıra dışı İndigo kavramına da dönüp bakmamız gerekir. Spiritüel açıdan dünya dışı ruhlar taşıdıkları da iddia edilir ama fazla dile getirilmez. Aslında İndigoları anlatmak çok da kolay değildir, çünkü tek bir kalıba uymazlar. Genlerinin değişik ve DNA sarmallarının sayısının farklı olduğu iddia ediliyor. Özellikleri çok değişken konuları da içerdiği için henüz bilimsel tespitleri mümkün olmadı. Onların tanımının, sadece evrensel doğruların çerçevesinin içinde yer aldıklarını söyleyebiliriz.
Psişik yetenekleri, yüksek zekaları, dünyasal sorunlara olan duyarlılıkları, mor auraları, çevrelerinden onları ayıran tüm farklılıkları ile tıp dünyasını bile ikiye ayıran İndigo çocuklar fenomeni çok da suistimal edilmiş bir konu olmasına rağmen kolayca bir tarafa atılmamalıdır. İndigo olmayı bir üstünlük sayıp farklı amaçlar peşinde koşan ve çocuğunu zorla İndigo kavramının içine sokmaya çalışan anneler sayesinde hak ettiği gerçek araştırma boyutunu yakalayamamıştır.
İndigo çocuklar genetik seviyede farklı çocuklardır, zira farklı bağışıklıkları vardır. Gelecekten gelmiş gibidirler, hiç görmedikleri teknik aletleri bile kırk yıldır kullanır gibi kullanırlar. Sadece yüksek zeka kavramı onları açıklamaz, ruhları çok eski ve bilgedir, gelecek ve teknoloji ile ilgili kalıplaşmış düşünce sınırlarını aşan icat sayılabilecek fikirler ifade ederler.
Onları İndigo yapan sadece bu özellikleri değildir. Doğdukları ailenin, doğumlarının ve özellikle annelerinin farklı hikayeleri vardır. Asıl İndigolar kendilerini ben “İndigo”yum diye üstünlük taslayarak asla teşhir etmezler, tam tersine bu farklılaştırmadan kaçarlar, normal görünmeye çalışırlar.
Erdemli ve dürüsttürler, mücadelecidirler, kendilerini bilmelerinden itibaren çevrelerinde doğal lider konumuna gelirler. Kendi farklılıklarını kendi ruhlarında hisseder ve tam olarak kimseyle paylaşmazlar. Onları kesin saptayacak bilimsel bir test yöntemi yoktur. Aramızda kendilerini hissettirmeden dolaşırlar, amaçları da budur:
Kimseye fark ettirmeden görevlerini yapıp, tekamülü ileriye taşıma amaçlarını gerçekleştirmek ve sevgi tohumlarını dünyaya biraz daha fazla ekebilmek…
Kim bilir belki de amaçları; programın yazılım hatalarını düzeltmeye çalışan sessiz küçük birer şalter olmak ve dünyanın kaderini O’nunla birlikte yeniden yazmaktır…
Önemli Not: Bu yazımı araştırıp hazırlayalı yıllar oldu… DNA kod yazılımı ve şalterlerinin keşfi idi paylaştığım… Değiştirilmesi için insan enerjisi yeterlidir demiştim… Gün geldi mümkün oldu sanırım… İndigo öncü Prof. Grigori Grabovoi ve sekanslar ile tanışmak ve çalışmak nasip oldu… Düşün, hisset, hayal et, sınırsız ol, çek ve yarat diyordum ve yine tekrar ediyorum… Sır bizde… Keşfet ve inan… 21 12 2018 Ankara
Nesrin Dabağlar